İstanbul’da 600’ü aşkın çıkmaz sokak bulunduğunu öğrenince çok şaşırmıştım. Bu bir mahremiyet duygusundan mıydı, yoksa şehircilik fantezisinden miydi, aklım ermemişti. Günümüz İstanbul rehberlerinden birinde yazıyordu. Çeşme Çıkmazı, Balkon Çıkmazı, Hamam Çıkmazı, Kadın Çıkmazı, İstanbul Çıkmazı yada Can Feda Çıkmazı gibi isimler verilmişti bu sokakalara. Oturduğum küçük taşra şehrindeki çıkmaz sokakları düşündüm. Sadece biri hemen aklıma düştü. Hep uğradığım salaş kitapçı bir çıkmaz sokaktaydı. Bir seferinde gene bu kitapçıdan çıkmıştım ki sokağa dönüp baktım. Doğru hatırlamışım. Sokak çıkmazdı. Yolun sonunda kocaman bir duvar vardı. Sokak düz bir cümle gibi ilerliyor, nihayetinde adeta bir gramer hatası gibi kallavi bir beton nokta ile bitiyordu. Sokağın başındaki kafeye oturdum. Şekerli bir kahve söyledim. Her zamanki gibi “Önce soğuk bir su ama” dedim. Elimdeki kitaba dalmışım. Okuduğum kitap Hasan Ali Toptaş’ın Sonsuzluğa Nokta adındaki kitabıydı. Okadar büyüleyiciydi ki cümleler, adeta şiir gibiydi; nasıl vakit geçmiş anlamamışım. Neredeyse kitabı ortalamışım. Bir ara başımı kaldırdım. Çıkmaz sokaktaki duvara baktım. Hayır, duvar değildi, bir beyaz perdeydi. Demek ki daha önce duvar sanmakla yanılmışım. İnanamıyorum. Bir film oynuyor. Başrolünde sanki ben. Çocuğum. Milli bayrama itile itile götürülüyorum. Siyah önlüğümle diğer öğrencilerle birlikte caddede yürüyorum. Meraklı bakışlardan çok sıkılıyorum. Babamı görüyorum. Hiç el sallamıyor, beni görüyor mu anlamıyorum. Kendimi yapayalnız ve korumasız hissediyorum. Kayalıklara doğru bakıyorum. Ellerim sapır sapır terliyor. Çevreme kuşkuyla bakıyorum. Berbat bir yorgunluk duyuyorum. Törenden sonra eve soluk soluğa koşuyorum. Eve varıyorum. Annem o şaşılası sezgisiyle yüreğimin titreyişini fark ediyor. “Bu bayramlar seni çok heyecanlandırıyor, acaba n’etsek diyor?”
“Kahvenizi soğutmuşsunuz, yenisini getireyim mi?” diyen garson kızın sesiyle irkildim. “Ben?”
Çocuk değilim. Şimdiki halimleyim. Sokağın sonuna baktım. Duvar.” Az önce burada film mi oynatıldı?” diye soruyorum. “Yoo!” diyor. Kız meczup görmüş gözlerle ürkerek bana bakıyor. Utanıyorum. “Acaba uyanıkken rüya mı gördüm? “ diye düşünüyorum. “Afedersiniz, yeni bir kahve, lütfen” diyerek konuyu geçiştirmeye çalışıyorum. Doğrusu epeyce korkuyorum. Şaşkınlıkla kitaba dönüyorum. Kaldığım son cümle “Beni gördüğünde, o şaşılası sezgisiyle annem yüreğimin titreyişini fark ederdi hemen.” Diye bitiyor. İrkiliyorum.
Bu olay her defasında yenileniyor biliyor musunuz? Çıkmaz sokaktaki kitapçıdan bir kitap alıyorum. Kafeye oturuyorum. Kahve istiyorum. Elimdeki kitabı okumaya başlıyorum. Sonra bir ara başımı kaldırıyorum. Duvarı beyaz perde, sokağı sinema olarak görüyorum. İnanılmaz bir durum! Bundan kimseye söz etmiyorum. İnanmazlar ki! Asla! Doktora götürürler beni valla… Sadece size anlatıyorum. En son gittiğimde Sadık Yemni’nin Öte Yer adlı kitabını okumaktaydım. Daha kitabın başlarındaydım. Bir ara kafamı kaldırdım ki gene ben beyaz perdede oynamaktayım. Evimizin oturma odasındayız. Babam ayakta keman çalıyor. Çaldığı parçanın bestecisini bir türlü hatırlamıyor. Sonra birden çalmayı kesiyor ve bana dönerek: “Kapı çalıyor D-Boy” diyor. Tam bu sırada perde kararıyor. Birden kendime geliyorum. Bakıyorum. Çıkmaz sokak ve sonunda duvar! Tabi ki rüya diye düşünüyorum. Çünkü babam enstrüman çalmayı bilmez ki! Kendimden korkuyorum. Bir yandan da bu durum hoşuma gidiyor biliyor musunuz? Değişik bir durum! Vazgeçemiyorum. Kitaba dönüyorum. Son kaldığım cümleye bakıyorum. “Babası klasik müziği severdi,ama bir enstrüman çalmayı bilmezdi.” Yazıyor….Hınzırca gülümsüyorum. Sokağın kenarındaki tabelayı ilk kez farkediyorum… “Kemeraltı Çıkmazı…”İnanamıyorum!